”Byzantium – Bir Vampir Hikayesi” Film Eleştirisi

0 671

Neil Jordan’ın, Anne Rice’ın aynı isimli romanından uyarlayarak çektiği Vampirle Görüşme filmi sırasında yıl 1994‘tü. Brad Pitt ve Tom Curise’u bir araya getiren film vampirizm konulu filmler arasında unutulmazlar arasına yerleşti. Hem oyuncu kadrosu hem de sıra dışı yaklaşımıyla, bir dönem filmiyle başlayıp modern zamanın içine akan hikayesinden tam 18 yıl sonra yeniden, Jordan vampirlerini gün ışığına çıkardı. Anne-kız iki vampirin yaşadıklarını konu alan film, kesinlikle bugüne dek izlediklerim arasında en iyilerden biri olmaya aday. Bu anlamda ataerkil bir dünya düzeninde başrolünde kadının vampir olarak, erkeğin kanıyla hayatta kaldığı bir düzeni anlatan film, bu yönüyle türdeşlerinden ayrılarak daha tehlikeli sulara yelken açıyor.

Yaklaşık 200 yıldır 16 yaşındaki kızıyla tek başına hayatta kalmaya çalışan Clara, önceki hayatındaki alışkanlıklarını devam ettirerek fahişelikle geçimini sağlamaktadır. Kızı Eleanor ise yetimhanede büyümenin verdiği ağırlıkla daha “dürüst” ve sıradan bir hayat sürmenin hayalini kurmaktadır. Malum sebeplerden dolayı (yaşlanmama ve avlanma gibi) uzun süreli yerleşik hayat ne yazık ki onlar için mümkün değildir. Dolayısıyla oradan oraya sürüklenerek her defasında yeni düzenler kurmaya çalışan Eleanor hikayesini de beraberinde götürmektedir.



Peşlerinde onları takip eden bazı gizemli kişilerden kaçtıkları sırada Byzantium isimli bir pansiyonun sahibiyle yakınlaşan Clara, Eleanor’la birlikte kısa süreliğine buraya yerleşmeye karar verir. Ama Eleanor’un yazdığı hikaye yüzünden yakayı ele vermeleri çok uzun sürmez. Peşlerindeki birlik kendilerine Kardeşlik Bağı gibi terimler uygun gören köklü bir konseyvari birlikten geliyordur. Clara’nın entrikalı dönüşümünden bu yana, asla onu kabul etmemişler ve kurallara uyduğu sürece, ona sürgün yaşantısını uygun görmüşlerdir. Çünkü kadınların vampir olmaları ve bu “kardeşlik” bağına katılmaları uygun değildir. Hele de yaratıcı bir kadın vampir asla kabul edilemez. Yıllardır izlediğimiz vampir filmlerinde alttan alta dayatılan vampirin eşcinsel ama bir o kadar da maskülen tavrını açıkça dile getiren film bununla kalmayıp kadın düşmanlığını da gizli saklı imalara başvurmadan, açık açık söylüyor.

200 yıldır birbirine sırtını dayamış iki kadın vampir, hayatta kalmaya çalışırken bunu bir de anne-kız ilişkisi üzerinden yansıtmak son derece çarpıcı bir fikir. Hiçbir fantastik, olağanüstü gücü olmayan bu iki kadın normal bir hayat sürerek (Clara’nın fahişelik yapması, Eleanor’un okula gitmesi vb.) “sadece” kanla beslenirken bir yandan da para kazanarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bu noktada gerçekçi yaklaşımla bir yandan da kadının toplumdaki var olma çabasını akıllara getiriyor. Byzantium’un yenilikçi yaklaşımlarından biri olarak kadının yeri ve kadın düşmanlığı en önemli silahları oluyor.

Alışmış olduğumuz hipnotik güçleri olan, dimdik duvarlara tırmanan, sıkıştığı anlarda yarasa ya da fareye dönüşebilme gücüne sahip olan vampir imgesinden çok çok farklı vampirler çıkıyor karşımıza. Gündelik hayatta her an karşılacabileceğimiz genç bir kız ve onun uçarı ve hafifmeşrep “ablası” ne yazık ki bu güçlerden hiçbirine sahip değil. İlginç bir şekilde, gün ışığında gezinebilen bu yaratıkların vampirlerle özdeşleşen sivri dişleri de yoktur. Onun yerine kana susadıkları anda uzayıp sivrilen baş parmak tırnağıyla tek delik açtıktan sonra kan emme süreci başlamaktadır. Öte yandan bazı geleneksel yaklaşımlar da atlanmamış, eve davet olmadan hala daha giremiyorlar.

Neil Jordan’ın tarzıyla, Vampir’le Görüşme’ye benzer bir şekilde tarihi bir olayı modern yaşantıyla birleştiren Byzantium’a dair tek olumsuz fikrim, ismi oldu. Kaldıkları otelin ismi dışında, hiçbir şekilde ismiyle bağlantı kuramayan film, sanki bunun farkına vararak son sahneye zoraki bir ekleme yapıyor: Byzantium’da üretilmiş, haçlı seferlerinde vampirleri avlamak için kullanılan devasa bir kılıç…

Başrollerinde Saiorse Ronan ve Gemma Arterton’ın yer aldığı Byzantium 18 yıl gibi uzun bir aradan sonra Jordan’ın vampirlerini özleyenleri ve kaliteli bir vampir filmi izlemek isteyenleri tatmin edecek gibi görünüyor. Babadan Oğula yazımda bahsettiğim ve tarzına hayran kaldığım Sean Bobbitt’in de görüntü yönetmenliğini üstlenmesi filme büyük katkı sağlayan bir diğer faktörlerden. Özellikle Saiorse Ronan’ın film boyunca “kırmızı bir başlıkla” ortalarda gezinirken verdiği kareler ve dönüşümünü tamamladıktan sonra mağarada beyaz elbisenin içinde yarattığı görüntü hafızalara kazınacak cinsten.

Film sayfasına gitmek için buraya tıklayınız.
Filmin fotoğraf galerisi için buraya tıklayınız.

Bunları da beğenebilirsin

Cevap bırakın