Açlık Oyunları 2: Ateşi Yakalamak Film Eleştirisi
İlk filmin yönetmen koltuğunda Gary Ross’un olması ister istemez filmle ilgili beklentinin tavan yapmasına sebep olduysa da, Ross bu beklentinin hakkını en başta belirttiğim gibi pek de verememişti. Daha çok “teenage” aksiyonu havasında geçen ilk filmin ardından ikinci filmde Francis Lawrence’ın bu koltuğu devralması seriyi gözle görülür şekilde bir basamak atlatıyor. Kısaca konusundan bahsetmek gerekirse ilk filmin sonunda Açlık Oyunları’nın tarihinde ilk kez iki kazanının çıkması ve bu ikilinin sıra dışı bir şekilde zafere ulaşmaları Panem halkı için yeni bir “umut” demekti. Artık bulundukları duruma isyan etmeye hazırlanan tüm mıntıkalar bunu Katniss ve Peeta’nın Zafer Turu’nda iyiden iyiye hissettirmeye başlıyorlar. Hal böyle olunca bizim de ülkemizde çok uzak olmadığımız başkanlık sistemi buna müdahale ediyor ve üçüncü 25.yıl kutlaması adı altında yeni bir Açlık Oyunları daha düzenliyorlar. Gerisi malum, kameralar önünde ölüm-kalım savaşı.
Kitabın, dolayısıyla filmin parmak bastığı konu aslında dünyanın içinde bulunduğu durumun gelecekte ne hale gelebileceğinin oldukça başarılı bir öngörüsü. Özellikle ülkemizde de her geçen gün değişen yönetim biçimini gördükçe “yok canım bu kadar da olmaz” demek neredeyse imkansız hale geldi. Zenginlerin daha çok zenginleştirildiği, yoksulların lağım faresinden farksız görüldüğü, baştakilerin “ben ne dersem o olur, ben nasıl istersem herkes öyle yaşamak zorunda” dediği bir ülkede cidden Panem’in başına gelenler çok da fantastik veya uzak durmuyor. Bu sebeple filmin cesur oluşunun önemi de bir kat daha artıyor. İlk filmin bu kaosu yeteri kadar yansıtamadığını söylemiştim, işte ikinci film bu aşamada doğru olanı yapıyor ve saf bir aksiyon filminden ziyade ayakları yere sağlam basan, eleştirel bir yaklaşım getiriyor.